DON KİŞOT’UN KÖŞESİ

Zamanı İyi Kullanmak Üzerine Müthiş Bir Kitap !

Bu dünyaya bir Aziz Nesin uğradı ve geçti gitti. Bir rüzgar gibi, bir kasırga gibi, “yeter artık gerçeklere gözünüzü açın , çok fazla uyudunuz, uyanın ” diye diye...Merak etmeyin,  bu yazı  O’nun o hepimizin bildiği yanları , o ütopik dünyası , gerçekleri tesbit ediş açısını anlatmak için kaleme alınmıyor. Bilakis O büyük insanın bugüne kadar kimse tarafından fazlaca bilinmeyen iç dünyasını , oğlu Ali Nesin ile yapmış olduğu yıllar süren mektuplaşmalarına değiniliyor. 

 

Bu mektuplaşmalar ile yıllar öncesinden bir babanın olanca içtenliği ile  oğul Ali Nesin’in lise yıllarından başlayıp Sivas olaylarına kadar geçecek sürede  , baba oğul arasındaki tüm şeffaflığı , samimiyeti ve masumiyeti ile ve gelecekte yayınlanma olasılığı düşünülmeyerek kaleme alınmış  nefis bir başyapıtın ortaya çıkmasına neden oluyor. Dünya mektup edebiyatının en büyük eksikliği belki bu ilk örneği ile  bu kitap sayesinde mektuplaşmalar tek taraflı ve monolog olmaktan çıkıyor ve okuyucu karşı taraftan gelen yanıtı da aynı kurgu içinde okuduğu için soluksuz bir eğitim periyoduna ister istemez o da katılıyor..


Oysa yıllara dayanan baba oğul mektuplaşmaları Aziz Nesin’in yurtdışında tek başına yaşamak zorunda kalan bir genci mektuplarla oya gibi  nasıl aydın bir insan olarak dünyaya kazandırdığını göstermekte. Tabii ki Ali Nesin’in de delikanlılık çağından bir bilim adamı olana dek mektuplar yolu ile de olsa  babasından almış olduğu ilham, öğütler, sorumluluk duygusu  O’nu mektuplaşmaların sonuna gelindiğinde bugünkü bugünkü bilim adamı Ali  Nesin yapmakta.  Şunu da belirtmekte fayda var ki  , Aziz Nesin’in kimilerince uç fikirler olarak algılanabilecek dünya görüşlerine  mektuplarında asla rastlanmamakta  ve oğul Ali’ye asla bu yönde bir telkinde bulunulmamaktadır. Bir genç hiçbir şekilde baskı altında kalmadan yetişirken bu mektuplar bugünün genç anne babalarına yol göstermekte ve  hatta birinci derecede eğitim kitabı olmaya aday olduğunu kanıtlamaktadır.

 

Mektuplaşmalar sırf baba oğul arasında cereyan eden samimi dialoglardan öte Aziz Nesin’in 1970’ lerin , 80 ‘lerin ve hatta  90 ‘ların Türkiye’sinin karmaşık arabesk yönlerini de anlattığı ve bir o kadar da dünya uygarlığından giderek uzaklaştığı ve anlamsız politikalar ile boğuşmalarını  da ister istemez bahsetmektedir. Nesin Usta’nın para kazanmak için karşılaştığı arabesk Türkiye gerçekleri ve zorluklarına karşı bitmez tükenmek bilmez direnci  , sonunda onun en büyük hayali Çatalca’daki Nesin Vakfı’nın temellerinin atılmasını sağlamıştır. Zaten kendisi de Ali’ye yazdığı mektuplardan birisinde “halkın durumunu gördükçe bu kadar çok para kazanmaktan utanıyorum . Vakıf ancak beni bu utançtan kurtarıyor”  der.

 

Ama düşündüğünüz zaman Aziz Nesin gibi bir aydının Türkiye gibi bir ülkede hem para kazanıp hem böyle bir yatırıma kaynak ayırması ve bu çocuk cennetini zaman içinde yoktan varetmesi zordur , mücadele ve direnç gerektirir. Kendisine alçaklık yapanlara kızar , sinirlenir  ama onları asla suçlamaz. Ali Nesin ile olan mektuplaşmalarda bir oğulun babaya verdiği manevi destek ve bir babanın iç dünyasını O’na en samimi en gerçekçi durumu ile açması belki de tüm mektuplaşmalar boyunca okuyucuyu hırslandıracak ve vakfın bir an önce bitmesi için sayfaları nefessiz çevirmesini sağlayacaktır.  Okuyucu tüm mektuplaşmalar boyunca vakfın bir an önce tamamlanmasını ve Aziz Nesin’in rahata kavuşmasını sabırla beklerken , Ali Nesin’in de yurtdışındaki  başarılarının sona ermemesini diler. Aziz Nesin için tek para kazanma yolu olan daktilonun tuşları O’ nunla dünyanın bir çok otel odasında , seminerde , panelde , kiralık evlerde, bürosunda ,vakıfta hep O’nunla beraberdir. Nasıl olmasın ki ? O hapiste iken bile ailesi O’na muhtaçtır , o ise çıkar ve arabesk düzenle mücadele edip üç kuruş telif hakkını kurtarıp çocuklarına eğitim parası yollamak ve bir an önce Vakfı tamamlamak için sistemle mücadeleye kendini adamak zorunda kalmış ve tesbit ettiği bir çok konuda da zaman O’nun haklılığı ortaya çıkarmıştır. Hatta yurtdışında eğitimde olan Ali’sini çok özlemesine rağmen kendi kazandığı parayı kendisinden esirger , O’nu görmeye yurtdışına çoğu zaman gidemez. Çünkü oğlunu görmek için oraya gitmek bir lükstür. O’na bu paraları veren ise halktır , bu para boşa gitmemeli geldiği yere dönmelidir. Her kitabını yazdığında bir nüshasını Ali’ye yollar. O’nun da görüşünü alır. Okuyucularının  , dostlarının mektuplarını tek tek yanıtlar. Sabaha karşı bitirdiği yapıtları olur. İcabında kitapları onbinler basan böylesine  büyük bir uluslararası  insan vakıfda tek başına yeni yıl kutlarken bir demlik çay onu mutlu etmektedir. Tüm mektuplaşmalar boyunca okuyucu Aziz Nesin’in çalışma temposunu gördükçe zamanını nasıl boşa harcıyor diye kendisine bile kızar. Aziz Nesin’in deyimi ile O artık yolun sonuna doğru geldiği için onun zaman kaybetmeye tahammülü yoktur.

 

Bu yüzden bir çok yurtiçi ve yurtdışı davetli olduğu geziyi iptal ederken bunu kendisini nasıl davet edenlere söyleyeceğini düşünerek utanır. Bir yandan gazete çıkarır , bir yandan aydınlar dilekçesini hazırlar , bir yandan yazarlar sendikasında yönetici olur, yurdışında yurt içinde panellere katılır , vakfı tamamlamaya oraya her sene biraz daha yetiştirebildiği kadar çocuk almaya çalışır. Onlarla icabında tek tek yemeklerinin pişirilmesinden, okula gitmelerine hayvan sevgilerinin gelişmesine  kadar ilgilenir. Yaşı ilerledikçe daha az uyuyup temposunu daha da artırır, zamanını daha tasarruflu kullanmaya çalışır. Çünkü yazacak çok kitap , yapılacak çok iş vardır. Mektuplarının bir yerinde “Yorulmaya hakkım var ama dinlenmeye hakkım yok ; pazarlığım ölüme kadar”  der. Ali Nesin’i ise bir yandan yurtdışında okuduğu tüm öğrenim hayatı boyunca aydın ve uygar bir insan olarak yetiştirirken tüm bu olanları O’nunla paylaşır ve nasıl bir aydın insan yetişmesi konusunda O’na bir çocuk gibi değil her yaşında büyük bir adam olgunluğu ile  davranır , öğütlerde bulunur. Adeta mektuplarıyla onu bir oya gibi işler ve yıllarca verilen bir tüm zorluklara karşın emekle yetiştirir. Bu delikanlı en sonunda Yale Üniversitesinden mezun olup Berkley Üniveristesinde profesör olana kadar aslında yanında hep Aziz Nesin ‚in eğiticiliği eşlik etmiştir. Mektuplarında hep vurguladığı üzere , bir bilim adamı yetişirken teori içinde kaybolup yokolmamalı aksine pratik hayatta da insanın ihtiyaçlarına da yanıt vermelidir. Üniversitede kendi kendine soyut kavramların peşinde koşan akademisyen topluma faydalı olamaz diyerek kendisinden kilometrelerce uzaktaki  Ali’ye bunu mektupları ile işler. „Eğitim için paranı ben verdim ama bu para aslında bu halkın parası borcunu ödemelisin o nedenle bilim adamı olduktan sonra Türkiye ’ye gelmelisin“  diye çağırır Ali’yi. 

 

Belki burada vurgulanması gereken satır aralarında söylediği şudur belki de :   Bugünkü genç kuşaklarda gördüğümüz modaya uyup  parayla yurtdışında sırf kuru bir eğitim alarak üniversite diploması almayı hedefleyen bir genç bir bilim adamı olmamalıdır O....!. Babasından ve ülkesinden kilometrelerce uzakta olamasına rağmen sırf adı olan kuru bir okul eğitimi ile değil ama toplumsal sorumluluğu olan , felsefeden, edebiyattan, sinemadan, sanattan anlayan bir bilim adamı yetişmektedir. O kadar ki baba oğul gerektiğinde Avrupalı ve Amerikalı gençlerin yetiştirilme tarzlarını bile eleştirmeye başlar. Çünkü uygar ve okumuş bir genç sorgulamalı , düşünmeli yaşadığı topluma borcunu ödeyebilmelidir. Oğul Ali , babasının yanında değildir ama o mektuplar yıllar içinde O’nu da tıpkı babası gibi kendisini toplumuna borçlu bir insan gibi yetiştirir..  Bugünün anne babalarına baktığınızda ise verdikleri onca paralarla aslında çocuklarına eğitim adı altında nasıl onlara boşa zaman geçirttiklerini , sırf başlarından uzaklaşsın ele ayağa dolanmasın diye anaokuldan başlayıp ilerleyen yaşlarına kadar özel okullarda, kurslarda, öğretmenlerde para harcadıkça velilik görevini yaptığını düşünen bir aile türü ile karşılaştıkça bu mektuplaşmalardan sonra okuyucu iyice kahrolmaktadır.

 

O çocukların , kendilerine bir yol gösteren olmadığında  nasıl  moda kültürü filmlerin, kitapların, arkadaşların peşinde koştuğunu, bir hobi ve çok sesli müzik zevki olmadan ve daha da önemlisi yanlış Türkçe kullanımları ile dolu bir hayatta yaşadıklarını gördükçe bu mektuplaşmalardan sonra insan belki 20-30 yıl sonraki Türkiye’yi düşünerek daha çok üzülüyor.  Aziz Nesin mektuplarında yeri geldikçe Ali’den bir şeyler öğrenir. Tek yanlı öğretici değil ilerlemiş yaşına rağmen kendini geliştiren meraklı bir öğrencidir de O. Dogma kalıplara bağlı olmadığı için oğlunun bildiği her şeyi O da bir şekilde ondan öğrenmek ister. Fakat yaşı artık ilerlemiştir ve acı gerçeği mektuplarından birinde bir kez daha söyler “ unutma “ der Ali’ye  , “ Ne yazık ki bu dünyada herkes için bir gün yirmidört saattir.!”   Herkesin kendisini kandırdığı , kendisini yetiştirmekten öte bu dünyada sırf para kazanmak ya da sırf kendi kişisel zevklerini tatmin etmek ve bencil dürtüleriyle yaşamak üzerine sistem içinde farkında olmadan okutulduklarını insan daha iyi görür bu yıllar süren yazışmalarla.

 

Bu mektuplaşmalardan sonra okuyucu görecektir ki aslında bizim Aziz Nesinimiz Ali’si ile küllerinden yeniden doğmuş ve yaşamaya devam etmektedir. Aziz Nesin’ini tekrar keşfedecek ve tekrar hayran olacaktır.  Bir insanın gerçek ölümü onun biyolojik ölümü ile değil onun hakkında dünyada en son konuşacak kişinin ölümü ile olur demesini teyit eder gibi oğul Ali Nesin ve Nesin Vakfı da  önümüzde dimdik ayakta durmakta ve hayatınızda görebileceğiniz belki ender roman kahramanlarından biri de sizi , orada Çatalca’daki çocuk cennetinde beklemektedir. 1/7/1998



GENÇ BİR HUKUKÇU
 

 

  • Zamanı İyi Kullanmak Üzerine Müthiş Bir Kitap !